News
Synopsis
Storyboard
Trailer
Director
Credits
Technical Info
Uluslararası Satış
Press
Photographs
Vizyon
Awards

SÜT /BASINDAN


Celil Civan - www.kafaayari.com - 06.01.2009
Süt: Alegori olarak taşra

Kaplanoğlu taşra bağlamında modernle geleneğin çatışmasına yönelik 'içe bakışı' ile taşrayı bir sıkıntı metaforu kadar sahicilik, hakikilik noktasında da ele alıyor. Taşra, olumsuz bir metafora indirgenmek yerine çağrışımsal bir 'imge' halinde çoğul bir okumaya kapı açıyor.

90'lı yılların ortalarında taşrada bir çocuk, edebiyat öğretmeni ve onun değerli eşinin de desteğiyle edebiyatla uğraşıyordu. Hayır, Yusuf gibi şiir yazmıyor, şiire 'korku'sundan el süremiyordu. Hikâyeler okuyor, hikâye yazıyordu. 95 yılında Düşler dergisinde, ilk hikâyesinin yayınlandığını gördüğünde Yusuf gibi dışarı çıkıp çığlık atmadı ama, “kendine ait oda”sında kronik melankolisini bastıracak kadar sevindi (bütün dünyanın tanıdığı bir yazar olarak görüyordu kendisini; bir daha o naif masumiyeti bulamadı).
Derginin dosya konusu “taşra dergiciliği”ydi ve çocuk, rastlantı eseri, “taşra sıkıntısı”yla ilgili bir hikâyesini göndermişti. Hikâye taşranın gelenekselle modern olan arasındaki sıkışmışlığını anlattığı kadar taşranın kitapla, düşünceyle haşır neşir olanlara gösterdiği hoyratlığa da isyan ediyordu.

Taşra, mevcut entelektüel ortamın kozmopolit yapısı dolayısıyla daha baştan olumsuz bir metafor olarak yer alıyor, yenik başlıyor çoğu zaman. Dolayısıyla taşra beraberinde 'sıkıntı'yı getiriyor, daha metaforik olarak da 'baskı'yı taşıyor. Çocuğun taşrada sıkıntı kadar hakikiliğe, sahiciliğe bir atıf olup olmadığını kurcalaması ise çok sonraya rastlıyor.

Semih Kaplanoğlu, taşrayı gelenekle modern, sıkıntıyla sahicilik noktasında bir simge olarak kullanmak yerine Yusuf'un haletiruhiyesinin bir alegorisi olarak ele alarak yukarıda söz ettiğim meseleleri kişisel bir açıdan kurcalama imkânı elde ettiği gibi, taşranın mekân ve zaman özelliklerini Yusuf'un şairane ruh dünyasıyla örtüştürme çabasını da gösteriyor. Süt'de, sıkıntı dış gerçeklikten (taşra'dan, dışarı'dan) gelen yabancı bir unsur olmaktan çok, Yusuf'un iç dünyasını ima ediyor. Dahası, Yusuf'un dünyasıyla dış dünya örtüşerek dış gerçekliğe ait olan zaman da 'süre'ye kıvrılarak gene kişisel bir tecrübeyi odağa alıyor. Bu noktada bu tecrübe sadece Yusuf'u değil, seyirciyi de tekinsiz olduğu kadar manevi akışına dahil ediyor.

Bu bağlamda taşra alegorisini açmakta, örneklendirmekte fayda var: Öncelikle anne ile oğul ilişkisi psikanalitik bir okumaya imkân tanıdığı kadar anne-taşra ilintisi kurmayı da mümkün kılıyor. Gene alegori ve simge karşıtlığını örnek aldığım Paul de Man'a başvurup, yorumun hata olasılığından başka bir şey olmadığını söyleyerek annenin istasyon şefiyle ilişkisi taşranın merkezle ilişkisi olarak okunabilir mi diye sormak istiyorum. Erkek'in 'merkez, Yasa, devlet' olması kadar 'istasyon şefi'nin, devletin modernleşmesinin simgelerinden 'tren'in metonomisi olması böyle bir okumayı, aşırıyorum olduğunu bile bile mümkün hâle getirebilir diye düşünüyorum.

Yusuf'un şiirinin Düşler'de yayınlanması da bu noktada anlamsız değil. Zira Düşler'i çıkaran insanlar (başta Adnan Özer) Yusuf'un alegorik hikâyesinde Kaplanoğlu'nun kurcaladığı meselelere kafa yoran insanlar, Düşler de 'taşralı' edebiyatçılara kapısını açan bir dergiydi. Dergi, çıktığı dönemde taşrayla merkez arasında bağlantı kurmayı hedefleme kaygısını taşırdı.

Süt, Yumurta'yla (2007) benzer kaygı ve ilgilere sahip olsa da iki film arasında, gene 'alegori' noktasında ayrımlar var. Süt'te Yusuf taşranın sıkışmışlığından (anneden?) kaçmak isterken Yumurta'da bu kez taşra bir 'ev', dahası bir 'ana ocağı' olarak işliyor ve Yusuf taşradan bir türlü çıkamıyor, çıkmak istemiyor. Süt'te Yusuf “büyük şehirde” bir kitapçıda bir kızla tanışırken Yumurta'nın Yusuf'u, elinde şarapla sahafa giren kadına uzak dururken taşralı bir kızla yakınlaşıyor. Süt'le Yumurta'yı ele alırken Heideggerci haletiruhiye kadar Kehre (tersyüz olma, dönemeç, dönüş), fırlatılmışlık, varlık ve ölüm kavramlarını da akılda tutmak gerekiyor. Süt'te Yusuf, ergenliğin de etkisiyle, annesinden uzaklaşırken (dünyaya fırlatılırken) Yumurta'da bu kez ana ocağına geri gelerek “varlık döngüsü”nü tamamlıyor.

Annenin erkekle ilişkisi, Yusuf'un algısındaki değişimin de tetikleyicisi oluyor. Bu noktada filmin gerçeklik seviyesiyle birlikte semantik ve görsel yapısı da biçim değiştirerek imgesel, poetik bir titreşime kavuşuyor. Titreşim kelimesini boşuna kullanmıyorum. Hem çağrışımın hareketliliğini hem de zihnin ele avuca gelmezliğini vurgulamak için titreşim kelimesinin bile eni konu yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Kaplanoğlu taşra bağlamında modernle geleneğin çatışmasına yönelik 'içe bakışı' ile taşrayı bir sıkıntı metaforu kadar sahicilik, hakikilik noktasında da ele alıyor. Taşra baskıcı bir mekân olduğu kadar sükunete de atıf yapıyor. Dolayısıyla yönetmenin çabasında estetik ve epistemik (anlama) çabayla paralel giden bir hakkaniyet duygusu da kendini belli ediyor. Şehir-taşra, modern-geleneksel, anne-oğul ikilikleri sadece filmin meseleleri olmakla kalmayıp yönetmenin zanaatında da karşımıza çıkıyor: Bergsoncu süre ile tasavvufi an, ilahi şiirle epilepsi; modernle geleneksel gibi gene taşrada karşılaşıyor. Dahası taşra, olumsuz bir metafora indirgenmek yerine çağrışımsal bir 'imge' halinde çoğul bir okumaya kapı açıyor. Kaplanoğlu, taşraya dönük mevcut olumsuz bakışı sarsarak kelimenin içeriğini tartışmaya açtığı kadar bir imge olarak taşranın poetik imkânlarını da gösteriyor.
Dahası Süt, başta sözünü ettiğim çocuk gibi, Yusuf gibi yazı çiziyle uğraşan taşralı gençlerin kaçtıkları veya kaldıkları yerler hakkında daha derin düşünmeleri için cesaret veriyor.


Copyright Kaplan Film Production © 2009