News
Synopsis
Storyboard
Trailer
Director
Credits
Technical Info
Uluslararası Satış
Press
Photographs
Vizyon
Awards

SÜT /BASINDAN


Ali Murat Güven - Yeni Şafak - 02.01.2009

'Sükûnet Sineması'nın yönetmeninden hakikat yolunda dördüncü adım

Sinemanın 'sanat' kimliğinden bu denli uzaklaşıp eski zamanların vodvil gösterilerini andıran kaba saba bir kitle eğlencesine dönüştüğü bir ülkede, biçimsel açıdan böylesine minimalist, özü itibarıyla da artık hiç kimsenin önemsemediği ulvî değerlerin peşine düşmüş böyle bir sinemasal dilin karşılığı var mı gerçekten? Semih Kaplanoğlu, bu can yakıcı sorunun cevabını zerrece umursamadan, son filmi "Süt"te de kendi doğrularının peşinde inatla ve dirençle ilerlemeyi sürdürüyor.

SÜT

Türkiye Gösterim Tarihi: 2 Ocak 2009 Cuma
Yapım Yılı ve Ülkesi: 2008, Türkiye-Fransa-Almanya ortak yapımı
Türü ve Süresi: Psikolojik Drama / 100 Dakika
Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
Senaryo: Semih Kaplanoğlu ve Orçun Köksal
Görüntü: Özgür Eken
Sanat Yönetmeni: Naz Erayda
Ses Kayıt: Marc Nouyrigat
Ses Miksaj: Frédéric Théry
Kurgu: François Quiqueré
Oyuncular: Melih Selçuk (Yusuf), Başak Köklükaya (Zehra), Rıza Akın (Ali Hoca), Saadet Işıl Aksoy (Semra), Alev Uçarer (Kemâl), Serif Erol (Istasyon Sefi), Orçun Köksal (Alpay), Sahra Özdağ (Allianoi'deki Kız), Semra Kaplanoğlu (Yaşlı Zehra), Tülin Özen (Köylü Kız), Tansu Biçer (Postacı), Burcu Aksoy (Ayşe Nur)
Dili: Türkçe
Ortak yapımcılar: Semih Kaplanoğlu (Kaplan Film-Türkiye), Guillaume de Seille (Arizona Films-Fransa) Bettina Brokemper ve Johannes Rexin (Heimatfilm-Almanya)
Dağıtıcı Şirket: Medyavizyon
İçerik Uyarıları: Sinemaya gittiğinde yoğun bir aksiyon, öyküden daha baskın bir müzik ve kesintisiz kurgu cambazlıkları görmek isteyenler için uygun değildir. Aynı şekilde, beyazperdeyi bir tür "kitch komedi karargâhı" ve "cinsellik sunum alanı" olarak görenlerin de şiddetle uzak durması önerilir.
Yıldız Puanı: * * * ½

Liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavını kazanamayan ve annesi Zehra ile birlikte, yaşadıkları taşra kasabasında süt satarak ayakta kalmaya çalışan Yusuf'un büyük bir tutku ile yazdığı şiirler, adını sanını hiç kimsenin duymadığı bazı edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır. Fakat, ne o şiirlerin, ne de değeri günden güne düşen bir ticarî ürün olan sütün bu ikilinin hayatına herhangi bir somut katkısı yoktur.

Yusuf, günlerden bir gün, annesinin kasabadaki istasyon şefi ile yaşadığı gizli ilişkiyi keşfedince ne yapacağını şaşırır. Genç adam, bir yandan içindeki gelecek kaygısı, diğer yandan da ülkede yaşanan hızlı değişim ve gençlikten yetişkinliğe adım atmanın doğurduğu acılarla baş etmenin bir yolunu bulabilecek midir?

Filmlerin gişe rakamlarıyla ilgili raporlara bakmak, yakın zamana kadar hiç huyum değildi. Ancak, topu topu iki-üç yıl öncesine kadar "izleyici ilgisi" yönündeki olağanüstü hareketlenişini ayakta alkışlayarak karşıladığım Türk sinemasının, günümüzde neredeyse tek bir başarı formülüne kilitlenip kaldığını görmeye başladığımdan beridir, "Acaba, komedi tarzının dışındaki bir türe dahil olup da gişede para kazanmayı başarabilen bir Türk filmi var mı" diyerek, artık sık sık bakıyorum bu listelere. Ve her seferinde de içim biraz daha kararıyor.

2008 yılı boyunca yaklaşık 50 Türk filmi gösterime sunuldu. Bunlardan "Recep İvedik" hem "Türk filmleri" klasmanında, hem de Türk sinema işletmeciliği tarihinde kaydedilmiş en büyük hasılatı elde ederek, toplam 4 buçuk milyon biletle ülkemizde bütün zamanların en popüler filmi listesinin başına oturdu. Ki bu da dizi versiyonuyla yıldızımın hiç bir zaman barışmadığı, ancak sinema filmi versiyonunu çok daha kaliteli ve tutarlı bulduğum "Kurtlar Vadisi"nin 2006'daki o tantanalı sinema gösterimini bile egale eden bir rekor. Nitekim, "Recep"in bu topraklarda gördüğü taşkın ilgi yalnızca yapımcı ve yönetmeninin çenesini düşürmekle kalmadı, aynı zamanda "altın yumurtlayan bir tavuk" olarak yılın sonlarına doğru hemen ikincisini de doğurdu.

İlk bölümün gösterime girdiği zamanlarda, Türk sinemasının geleceğe kalıcı nitelikte bir avuç çalışmasını ortaya koymuş bulunan kimi saygın yönetmenlerle orada burada kendi çapında alay eden İvedik'in mimarı, bu devam bölümünün muhtemel başarısından sonra da sanırım "Altın Palmiye"ye falan göz dikecektir. (Geçen yılın bahar aylarında bu sayfada yayımlanan "Çok Konuşan Adamın Boş Konuşan Filmi" başlıklı eleştiri yazımdan beridir, orada burada benim için de "Beş para etmez bir herif", "Sinemadan falan çaktığı yok o adamın" gibi sözler sarfediyormuş; gülerek alıyorum bütün o güzel haberlerini...)

Öte yanda ise topluma anlatacak çok daha ciddi meseleleri olan; bu meseleleri anlatışında sergilediği yüksek düzeydeki ustalık gerek ulusal gerekse uluslararası festivallerde de net olarak anlaşılıp ödüllendirilmiş en sağlam filmlerimiz bile gişe rakamları açısından yerlerde sürünüyor. Bazıları var ki bir filmin 35 mm baskı ve salonlara dağıtım maliyetini bile karşılamaya yetmeyecek rakamlarla kapadılar gösterim maceralarını.

2008 yılında -giderek kadere dönüşen- bu kısırdöngüyü kırabilen tek yapım, Çağan Irmak'ın "Issız Adam"ı oldu. Ki Irmak da normalde çok zor kırılabilecek olan bu yapıyı, "Babam ve Oğlum"dan beri genç kuşakların kolektif bilinci üzerinde ustaca yürüttüğü, filmden ziyade "yönetmene hayranlık" eğilimini güçlendirici nitelikteki özel bir pazarlama stratejisiyle aştı. Ha, belki bir de üzeri nicedir tozlanmış durumdaki kimi ulusal duyarlılıkları yeniden hareketlendirme noktasında farklı bir konumu bulunan, Murat Saraçoğlu ve Özhan Eren imzalı "120"nin -eğitim kurumları destekli- başarısından söz edilebilir, hepsi o kadar...

Bunun dışında ise 2008, genç yaşlı, ünlü ünsüz, kıdemli kıdemsiz, hemen hemen bütün Türk yönetmenlerinin gişede havlu attıkları bir yıl olarak anılara kazınacak. Geçen yaz Cannes'dan onur verici bir ödülle dönen "Üç Maymun"un "güzel ve yalnız ülke"sinin salonlarında boynu bükük kalması da bunun en çarpıcı örneklerinden birini oluşturmakta...

"ZOR"U SEÇEN BİR YÖNETMEN

Hâl böyleyken, yapıtlarında "90 saniyede bir şiddet ve aksiyon", "30 saniyede bir sövme-sayma", "15 dakikada bir cinsellik-çıplaklık" gibi bütün kökleşik kuralları reddeden, bırakın bu gibi Hollywood kökenli dinamizm kurallarını, kimi sinemacıların yapıtlarını toparlarken âdeta can simidi saydıkları "müzik" ayağına dahi yüz vermeyen, kurgusundan başlayarak biçime ilişkin her boyutunda alabildiğinde minimal davranan bir yönetmenin böyle bir izleyici profili karşısındaki şansı ne olabilir?

İşte Semih Kaplanoğlu da o müthiş sinemasal gücünü bu sorunun cevabını zerrece umursamamaktan; dahası, bu umursamamazlığı somuta yansıtabileceği film finans kaynaklarını sektördeki bireysel ilişkileriyle ustaca temin edebilmesinden alıyor. Böyle bir yozluk okyanusu içinde geleceğe miras bırakılabilecek nitelikte "iyi sinema" yapmanın başkaca bir yolu yok çünkü. Tıpkı, yaşarken ticarî sinemanın hararetli savunucularından gelen hiç bir eleştiriyi dikkate almaksızın, Sovyet propagandist sinemasının bünyesinde sınırları elinden geldiğince zorlayan Andrei Tarkovki gibi; ya da aktif olduğu dönemde ne yapıp ettiği hiç kimse tarafından anlaşılamamış, şimdi ise herkesin önünde ceketini ilikleyip "Aman Hocam, canım hocam" diye debelendiği Metin Erksan gibi... Dördüncü filmi "Süt"ü Türkiye'de gösterime sunduğu şu günlerde, Kaplanoğlu (ve ekibinin) bu dört filmden şimdiye kadar elde ettiği ödüller bir Türk yönetmeninin ödül portföyü açısından muhtemelen rekor bir sayıyı temsil ederken, dördünün şimdiye kadar ölçülebilen toplam gişesinin sıradan bir animasyon filmin izlenme rakamlarına dahi ulaşamaması ise Erksan sineması için de bildik bir durumdu, aynı şekilde Tarkovski için de...

Ben kendi adıma, ülkemizde üç önemli ayağından diğer ikisini Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'un temsil ettiğine inandığım, yalnızca hayata ve onun anlamına dair gerçek sancıları olanların hoşlanacağı bu anlatı diline isabetli bir isim ararken, sonunda "sükûnet sineması" isminde karar kıldım. Sanırım yakıştı da...
Çünkü Kaplanoğlu da (en az onun kadar sevdiğim diğer iki yoldaşı gibi) kahramanlarına izleyicinin gözünün içine baka baka "Yorgunum" dedirterek gevezelik yaptırmıyor; sinemasal açıdan daha zor olanı tercih edip perdeye "yorgun kahramanlar" yansıtıyor, biz de onların neşesini, hüznünü, kaygısını ya da umudunu görüntünün dili üzerinden anlıyoruz. Bir Kaplanoğlu filminin Şili'de de Singapur'da da aynı düzeyde beğenilmesinin nedeni bu olsa gerek; mümkün olduğunca az konuşarak izleyicinin önüne o "sessizlik denizi"nin üzerinden koskoca bir ruhsal evren sermesi...

Yıllar ilerledikçe (kişisel hayat serüveninde çıktığı metafizik yolculuğa paralel olarak) Kaplanoğlu'nun hem perdede söylediği "sözler", hem de o sözleri görüntülemedeki ustalığı gitgide daha bir zenginleşiyor; bizler de "azınlık"ta kalan bir takipçi topluluğu olarak "Anadolu'nun Tarkovski'si"nin doğuşuna tanıklık etmekten ötürü içten içe seviniyoruz.

Büyük Rus ustayla aralarında tek bir fark var, ki bence Semih Kaplanoğlu lehine çok önemli bir fark bu... Tarkovski arayışlarını sürdürürken sonsuzluğa göçmüştü; Kaplanoğlu ise "yaşarken bulmanın coşkusuyla" filmler yapıyor. Hele de oyuncularını görünürde alabildiğine rahat bırakan, ancak aslında öyküsünün sınırlarıyla çepeçevre kuşatarak tam da kafasından geçen performansı elde etmesini sağlayan ilginç stiliyle, bence "sükûnet sineması"nın küresel boyuttaki bu simge isminin oyuncu yönetme kabiliyetinin bile ötelerine geçmiş durumda bizim sanatçımız...

Sonuç itibarıyla, "Yumurta"sını başucu filmi yaptığım bir yönetmenden, bir adım daha yetkin, öncekine göre biraz daha fazlasını söyleyen bir başyapıt "Süt"... Kaplanoğlu'nun gönlündeki üçlemenin de ikinci ayağı...

"Çılgın kalabalıklardan uzakta", ruhunuza huzur verecek bir sinemasal şiir izlemek isterseniz, kaçırmayın. Ancak, peşinen anlaşalım: "Süt" size uymayacak; (gerçek bir sinemasever olduğunuzu iddia ediyorsanız) siz bu öykünün ritmine uyacaksınız, ona göre!

Copyright Kaplan Film Production © 2009