News
Synopsis
Storyboard
Trailer
Director
Credits
Technical Info
Ödüller
Credits
Press
Photographs
Cannes
Awards
Vizyon
DVD
Angel's Fall
YUMURTA /BASINDAN


09/11/2007
BENİM ANNEM, GÜZEL ANNEM...
Uğur Vardan /Radikal Gazetesi

Antalya Film Festivali'nden 'en iyi film' dalında Altın Portakal'la dönen 'Yumurta', vizyonda. Semih Kaplanoğlu imzasını taşıyan ve bir üçlemenin ilk adımı olan film, annesinin ölümüyle geçmişiyle hesaplaşmak durumunda kalan şair eskisi Yusuf'un serüvenini anlatıyor

Gitmek, dönmek ve gidip gitmeme arasında kararsız kalmak. İşte Semih Kaplanoğlu'nun üç filmlik uzun metraj serüvenine hâkim olan temalar... Gerçi bu ay sinema dergilerinde yer alan uzun söyleşilerinde Kaplanoğlu, "Bütün bunları planlayarak yaptığımı söyleyemem" diyor ama karakterlerine bakıldığında, vaka ortada. Antalya'dan 'en iyi film' dalında Altın Portakal'la dönen 'Yumurta'ya göz attığımızda da öykünün
ana karakterleri Yusuf'la Ayla'nın da gitmek ve dönmekle ilgili dertleri olduğunu görmemiz mümkün.
Şair eskisi Yusuf, İstanbul'da bir sahaf dükkânı sahibidir. Aldığı telefon, annesini kaybettiği haberini ulaştırır ona. Cenazeyi kaldırmak
için Tire'ye, doğup yeşerdiği topraklara gider. Buradaki işini bir an önce bitirip şehrine dönmektir isteği.
Ama, evde annesinin 'emaneti' Ayla'yı bulur. Ayla, lise defterini kapatıp üniversite yolculuğuna hazırlanmaktadır. Genç kız, onun için zorunlu da olsa bir oyalanma vesilesi olur. Bu süreçte de Yusuf, eski çevresini, arkadaşlarını, ayrıldığı nişanlısını ve en önemlisi korkularını hatırlar...
'Yumurta' aslında kısaca özetlemek gerekirse köklerle ilgili bir film. Ana karakterinin hem coğrafi, hem de fiziki kökleriyle ilgili. Bu açıdan bakıldığında zaten filmin tanımlı alanları bir kasabada ve bir annenin bıraktığı izlerde beliriyor. Kaplanoğlu, söyleşilerinde de vurguladığı üzre ustaları olarak kabul ettiği Dreyer, Bresson, Bergman ya da Tarkovski gibi her şeyden arınmış, son derece sade bir sinemanın peşinde koşuyor (ki ben naçizane bu tavrı 'Meleğin Düşüşü' eleştirimde mimar Mies van der Rohe'un yapıtlarına sindirdiği 'Az çoktur' olarak nitelemiştim). Lakin bu tür sinemasal reflekslerde karşımıza çıkan sadelik, baktığımız sahnelere bir anlam kondurmayı zorunlu kılıyor. Bunun literatürdeki karşılığı da 'metafor' oluyor. 'Yumurta'daki metafor ya da metaforlar ne, ya da neye işaret edi-yor? Kuşkusuz deşmemiz ya da aşmamız gereken en önemli metafor olarak karşımıza annenin miras bıraktığı 'adak' çıkıyor. Bu adak, sadece bir koyunun kurban edilmesi midir, yoksa koyunu bulma, alma ve kesme sürecinde annenin aslında oğluna layık gördüğü Ayla'yla Yusuf'un daha yakından birbirlerini tanıma süreci midir? Anne, giderken oğluna 'adak' görüntüsü altında bir miras mı bırakmıştır? (Uğradıkları köy evinde, yaşlı teyzeler tarafından evli sanılmaları da bu duyguyu güçlendiriyor). Yusuf'un, 'kuyulara ilişkin korkusu nedir ve onu bir tür 'Kuyu'caklı Yusuf'a dönüştüren şeyin altında ne yatmaktadır? (Yoksa Güney'in 'Umut'una bir gönderme mi?) 'Yumurta' bir üçleme ve çember tamamlandığında bu soruların karşılığını belki daha kolay alacağız.

Metaforların anlamı...
İşte bu noktada metaforlarla yüklü sinemanın problemlerinden biraz bahsetmek gerekiyor galiba. Kuşkusuz bir filmin, her seyircide yarattığı etki farklıdır ve belki de, sinemayı sanat yapan temel özellik de budur. Misal; 'Yumurta'da Albert Camus'nün 'Yabancı'sından esintiler bulmak mümkün müdür? Örneğin Zeki Demirkubuz'un 'Yazgı'sında bunu tartışamayız, çünkü yönetmen zaten bunu deklare etmiştir. Lakin 'Yumurta'nın kahramanı Yusuf'un da annesinin ölümüyle, tıpkı 'Yabancı'da olduğu gibi bir ödeşmesi vardır. 'Yabancı'yla Yusuf'un yolları bir noktaya kadar keşisir, sonrasında ise güzergâh değişir. Öte yandan, 'Yumurta', derdini biraz da zamanla, zamanın akışıyla belirliyor. Aslında tam bu noktada Kaplanoğlu'nun eşi yazar Leyla İpekçi'nin geçen hafta Radikal Cumartesi'nde kaleme aldığı yazıdaki saptamayı sahaya sürmek belki de en akılcı yan: "En başından beri Semih'i ilgilendiren zaman içinde yeni bir zaman kurabilmek ve o anın gerçekliğine, kendi mecazını katabilmekti."
Şimdiki zamana katılacak mecaz bölümünde, galiba herkes 'Yumurta'ya izlerken kendi tarihinden bir şeyler ekleyecek filme. Hemen kişiselleştireyim: Örneğin 12 yaşından beri yatılı okul ve üniversite macerasını yaşayıp sonunda eve dönemeyen bendeniz, her ziyaretimde hem mekânla, hem çevreyle, hem de annemle kuşkusuz Yusuf'unkilere yakın bir hesaplaşma yaşadım. Ama bu kişiselliğe rağmen 'Yumurta'yla aramda şöyle bir problem var; hem Antalya jürisinin hakkını verdiği, hem de eleştirmen arkadaşlarımın çoğunun çok beğendiği bu filme, ben yine de tam olarak girme fırsatını bulamadım. Bu, biraz da galiba tembelliğimden kaynaklanıyor; yine 'Meleğin Düşüşü'nde de belirttiğim gibi ben Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in 'Dönüş'ü türünden metaforik anlatımları kendime yakın hissediyorum: Sembollerin daha kolay okunduğu ve hikâyenin de belli bir tempoda daha hızlı aktığı... Bu açıdan kişisel olarak çok sevdiğim (hatta geçmiş Antalya maceralarımda birlikte top oynayıp maç seyrettiğim) Kaplanoğlu, beni mazur görsün; inşallah 'Süt' ve 'Bal'da yollarımız daha fazla keşişir.

O zaten kalender meşrep
Beni aslında Yusuf'taki değişimin seyirci katında çarpıcı olmasına ikna edemeyen şey, biraz da ilk sahneydi galiba. Çünkü Yusuf, sahafına gelen kadına çok kıymetli bir kitabı bir şarap karşılığı verecek kadar gamsız, kedersiz ya da tatlı bir vurdumduymaz. Yani o zaten İstanbul'da bile kalender bir taşralı. Dolayısıyla geriye dönmesinde ve hesaplaşmalarında bir problem yok. Belki de ezberim, onun bir yuppie ya da 'Ferrarisi'ni satan bir bilge' tadında olmasını istediği için, dönüşümün izleri ben de o denli derin olmadı. Öte yandan Yusuf'un bir Kangal köpeğine esir olması bölümü ilginçti; bu da galiba doğanın karşısında yenik düşen insanoğlunun portresiydi. Ağlamak da bu teslimiyetin ifadesi... Öte yandan 'Yumurta'yı, diğer Kaplanoğlu filmleriyle yakınlaştıran ya da uzaklaştıran şeylerden biri de ebeveynlerle ilişki. Örneğin 'Meleğin Düşüşü'nde ana kahraman Zeynep'in kaçışını hızlandıran şey baba figürü. Burada ise Yusuf'un geri dönüşündeki ana unsur da anne figürü. Ayla ise kasabalılık halinin çelişkilerini üzerinde toplayan simge bir karakter. Kaplanoğlu'nun da vurguladığı gibi hem sıcaklığı ve samimiyeti var, hem de taşranın sıkıştıran, kilitleyen yapısından kurtulma isteği. Bu anlamda en yakınındaki Haluk'la, adı konulmamış ilişkisini reddederken biraz da taşranın ikiyüzlülüğünü yansıtıyor. 'Ora'larda motosikletine aldığın kıza âşık olma, kol kanat germe hakkın vardır.

Yolu taşradan geçenlere
Oyunculuklara gelince; Nejat İşler hem o klasik 'tatlı bitirim' havasından esintiler sunuyor, hem de karakterinin kalenderliği kadar yeniden dönüşte afallayan ruh durumunu son derece iyi yansıtıyor. Saadet Işıl Aksoy ise filmin sadeliğine uygun bir biçimde oyunculuğunu gösteriyor. Ufuk Bayraktar ise hep bir Zeki Demirkubuz filminden fırlamış gibi; imajı peşini bırakmıyor. Son olarak 'Semih Kaplanoğlu'nun kasabası' olarak da nitelenebilecek 'Yumurta'yı, yolu taşradan geçen herkese tavsiye ederim...

Copyright Kaplan Film Production © 2009