News
Synopsis
Storyboard
Trailer
Director
Credits
Technical Info
Ödüller
Credits
Press
Photographs
Cannes
Awards
Vizyon
DVD
Angel's Fall
YUMURTA /BASINDAN


11/2007
TAŞRAYA BAKMANIN VAKTİDİR…
Talip Ertürk /Total Film Dergisi

Yusuf üçlemesinin ilk filmi Yumurta'nın namı kendinden önce memleket sathına ulaştı. Cannes'dan övgüler, Saraybosna'dan ödüller… Semih Kaplanoğlu'nun Meleğin Düşüşü'nden üç yıl sonra hayata geçirdiği Yumurta, annesinin ölümü ile doğduğu kasabaya dönen Yusuf'un hikayesini anlatıyor. Aslında film anlatmaktan çok, "hissettiriyor". Semih Kaplanoğlu Süt'ün çekimlerine başlamak üzere Tire'ye gitmeden hemen önce bizi kabul etti sağ olsun, hayata dair, sinemaya dair uzun uzun konuştuk, aynı dilden konuştuğumuzu görünce iyice sevindik…

 

Meleğin Düşüşü'nde iyice belirginleşen ve burada da söz konusu olan bir durum var; her seferinde daha da sade bir üslupla çıkıyorsunuz seyircinin karşısına. Yumurta bu anlamda son nokta olabilir mi artık?

Mümkünse daha da sadeleşmek, fazlalıklardan kurtulmak istiyorum. İzlerken hala gözüme batan bazı şeyler var. Bizde çekimin ilk haftası genelde boşa gidiyor. Ekibin, oyuncuların ısınması, benim ısınmam ancak mümkün oluyor. O ilk bir haftanın çekimlerini bazen yeniden çekiyorum. O ilk haftanın fazlalıkları var biraz filmde. Bu sefer Süt için biraz erken gidiyorum ben o süreci ortadan kaldırmak için. Ama tabii başka problemler çıkabilir, belli de olmuyor sette ne olacağı...

Meleğin Düşüşü'ndeki üslup Yumurta'da daha bile vurgulu. Işığın, mekanın, kostümün vs. filmin tonuna etki ettiğini görüyoruz. Bunların bir kısmı önceden planlanabilir şeyler ama bir kısmının da sette ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bu tip şeylerin filmin tonuna etki etmesine ne kadar izin veriyorsunuz?

Vallahi filmin tonuna aslında mümkün olduğu kadar önceden hakim olabilmeyi istiyorum. Bunu her yönetmen de ister. Ama çekim sürecinde de esnek olmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ne kadar her şeyi planlama yoluna gitseniz de, zaman zaman size bağlı olmayan, dışarıdan gelen, hayatın kendisinin devreye girdiği bir sürü durum olabiliyor. Bu bir ses olabilir, ışığın değişimleri olabilir... Bunlara esnek olmak filme zaman zaman katkı sağlıyor, o kesin. Tabii çok esnek de olmamak lazım. Ama genel çerçeve olarak baktığımız zaman, tasarladığım şeyi birebir yapabilmenin peşinde gidiyorum. Filmi oluşturan görsellik, lensler, ışıklar, çekimi hangi saatte yapacağımız vs. bütün bunlar çok önceden hesaplanıyor. Zaten oyuncularla da mekanlarla da senaryo yazımı sırasında başlıyorum çalışmaya. Senaryoyu yazarken ben gidemesem bile birilerini mutlaka gönderiyorum, fotoğraflar, videolar çekip getiriyorlar bana. Yine o coğrafyada yaşayan insanların, benim karakterlerime benzer insanların nasıl yaşadığı hakkında bilgi sahibi olmak açısında da önemli bu.

Oyuncu seçimine çok titizleniyorsunuz. Meleğin Düşüşü döneminde "kirlenmiş yüzler"le, yüzü başka bir karakteri hatırlatan oyuncularla çalışmayı tercih etmediğinizi söylemiştiniz. Lakin Yumurta'nın başrolünde bugüne kadar birlikte çalıştığınız en popüler oyuncu olan Nejat İşler var. Buna nasıl karar verdiniz?

Profesyonel olmayan oyuncuları, klişelere başvurmamaları, hazır reçeteleri olmaması nedeniyle tercih ediyordum aslında. Nejat da hazır kalıpları kullanmayan, ruhu daha farklı bir insan. Onunla proje ve karakter üzerine konuştukça, onun tümüyle kendini bana bırakacağını, teslim olacağını hissetim. Filmin içinde akıp gidebileceğine ikna oldum. Açıkçası çok zor olduğunu düşünüyorum karakterin. Hakkında çok az şey söyleniyor, geçmişi hakkında hiç bilgi verilmiyor. Sadece bir duyguyu oynamak çok zor. Sürekli sorular soran ama bu soruları dillendirmeyen, çok az konuşan bu karakter için bir amatörle çalışmak çok zor olacaktı. Biraz da Nejat'la dostluğumdan, onu iyi tanıdığımdan olsa gerek, buna cesaret edebileceğini ve kendini bırakabileceğini düşündüm. O da beni yanıltmadı ve çok iyi bir iş çıkardı gerçekten. Her aşamada çok iyi çalıştık.

Profesyonel oyuncular için yönetmene kendini teslim etmek amatörlere nispeten daha zor. Nejat İşler'in meseleyi tersten okuyan ve Nuri Bilge Ceylan'ı da işin içine katarak, "Bu adamların profesyonel oyuncuları tercih etmemesinin sebeplerini düşünmek lazım. Ben bunu biraz meydan okumak olarak algıladım" şeklinde bir açıklaması var. Tülin Özen de Meleğin Düşüşü döneminde verdiği bir röportajda, "Amatör oyuncular kadar doğal olabilmek için iki kat çaba harcadım" diyor. Bir oyuncudan temel beklentiniz bu doğallık ve saflık mı her zaman?

Aynen öyle. Bir o, bir de oyuncularla filmden önceki zamanda konuşuyoruz buluşuyoruz, o dönem çok önemli. Saadet'le mesela bir yılı aşkın zaman çalıştık. Senaryodaki bazı ayrıntıları ondan alıp yerleştirdim. Öncelikle rolü canlandıracak oyuncunun karakteri, hayat tercihleri benim için çok önemli. Çünkü ortak bir dilde, ortak bir noktada buluşup derinleşebiliyorsak, bu çalışmadan bir yığın malzeme çıkıyor benim için. Hayata dair bir takım detaylar filme yansımaya başlıyor. Bir bakış, bir düşünce, karakterin başına gelen bir durumun oyuncudaki tezahürü. Bu çalışmayla birlikte karakteri yaratıyoruz aslında. Giderek o insanla çalışmaya başlıyorum. Yazılmış karakter çıkış noktası oluyor bizim için. Eğer bu ilişkiyi kurabilirsek çok iyi sonuçlar alınabiliyor. Ama profesyonellerle bu tür bir çalışma mümkün değil. Çünkü onlar yazılı olana inanıyorlar. Karakterin geçmişi ile, davranışları ile size bir sürü sorular sorarlar. Halbuki gerçek hayatta iki insan tanışır tanışmaz birbirini sorgulamaya başlamaz, akış içinde öğrenilir birçok şey. Profesyonellerle onların anladığı biçimde çalışmayı, bu tarz sinema içinde doğru bulmuyorum. Profesyonel oyuncularla çalıştığım zaman da, daha esnek, kendini daha kolay bırakan isimleri tercih ettim hep bugüne kadar. Nejat mesela böyle bir oyuncu. Yeni filmde (Süt) Başak Köklükaya'yla çalışıyoruz mesela, o da yine bu tip bir oyuncu. Başak'ın karşısında ise tanınmamış bir yüz var...

Karakteri ortak bir çalışmayla oluşturmaktan bahsettiniz ama Meleğin Düşüşü döneminde ise oyuncuları minimum bilgilendirerek, senaryonun tamamını vermeden ve sonraki sahnede neler olacağını bile söylemeden çalışmıştınız...

O film onu gerektiriyordu. O filmdeki travmalar, yaşanan o şiddet, tekrar edilebilir, tekrar tekrar yaşanıp üzerine konuşulabilecek türden değildi. Yumuşatılmaması gereken şeylerdi. Kronolojik olarak giderken, yaşanan o travmaları oyuncular sette yaşayarak gördüler. Böyle olunca daha hakiki tepkiler vermeleri mümkün oldu. Çünkü insanların günlük hayatlarında sürekli karşılaştıkları bir şey değil ensest. Bu durumla karşılaşınca verdikleri ilk tepki önemliydi benim için. Bu film öyle değil ama. Süt'te de benzer bir durum var. Dolayısıyla bu kez oyuncularla farklı biçimde çalıştık, zaten her projenin ruhuna göre bu çalışma değişir bence.

Gerçeklik duygusunu çok önemsiyorsunuz ve sadelikten vazgeçmiyorsunuz ama bir taraftan da filmde görünenden, söylenenden çok daha fazlası var. Metaforlara başvuruyorsunuz, bir rüya sahnesi var, üstelik hayli kilit bir sahne... Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Denge kurmak anlamında bir çabam olmuyor aslında. Bence metaforlar, bu görünenden fazlası meselesi gerçekliği besliyor. Çünkü görünen bir dünya kadar görünmeyen bir dünyanın varlığına da inanıyorum ben. Rüyalar, metafizik alanlar... Bazen bıçak gibi kesip aslında bir başka yansımanın içinde var oluyoruz belki. Bazı durumlar, bazı eylemler, hatta bazı bakışlarımız, bizi çerçevenin dışındakilere götürüyor. Çerçevenin dışını, hayatın daha büyük resmini, kozmik durumu hissettirir bize bu tip şeyler. Ben de daha büyük resmini, kozmik durumu hissettirmenin derdindeyim. Rüya sahneleri ile, metaforik anlatımla yapmaya çalıştığım şey bu. Bunu asla sembollerle, simgecilikle yapmak istemem. Gerçekliğin içinde bu alanı görebilmek, bu alanı açabilmek önemli. Diğer türlüsünün bizi gerçekten uzaklaştıracağını düşünüyorum. Buradaki denge nedir dersen şunu söyleyebilirim: Kozmik olanın devreye girişi birkaç sahnede var filmde.

Saadet Işık Aksoy'un projeye dahil olması nasıl oldu? Yumurta'dan önce hiç tanımadığımız bir oyuncuydu ama şimdi Avrupa'da bile tanınıyor artık...

Kasabalı bir kız arıyordum. Ama birçok şeyi birden içinde barındırması lazımdı. Kasabalılık, o çekingenlik, kabuğunu kırma çabası... Aynı zamanda bir tür derinlik arıyordum. Bir sürü oyuncuyla konuştum, ama doğaçlama da yapabilecek biri olmalıydı. Genelde konuştuğum oyunculara bir metin okutuyorum ve o metin üzerine konuşuyoruz, sohbet ediyoruz. O konuşma sırasında giderek karşımdakinin meseleye nasıl yaklaştığı, nasıl tepkiler verdiği ortaya çıkmaya başlıyor... Ben Saadet'i bir reklam filminin oyuncu seçiminde gördüm, arkalarda bir yerde duruyordu. Dikkatimi çekti, dedim ki, "Bu kızı bulabilir miyiz?" Sonra buldular, geldi, bir çalışma yaptık ve çok iyi sonuç verdi. Sonra sohbet etmeye başladık ve konuştukça kendi hakkında söylediği şeylerden tam da aradığım karakter olduğunu anladım. Anadolu yakasında oturuyor, çok nadiren İstanbul tarafına inen bir insan mesela. İçe kapalı değil, iletişim kurmakta çok zorlanmıyor ama çekingen. Konuştukça ondan çıkan bir sürü şey karaktere katıldı ve Saadet'le çalışmanın doğru olacağını anladım. Çekimler başladı, ilk günlerde doğal olarak biraz zorlandı. Kendince kurslara gitmiş ama sonuçta eğitimsiz bir oyuncu. Bir de kamerayı bilmek diye bir şey var. Bazı oyuncular bunu bilmeden hareket eder, o zaman da teknik sorunlar ortaya çıkar. Bu tip küçük sorunlar çözüldükten sonra Saadet giderek yükselen bir grafikle filmde bayağı iyi iş çıkardı.

Ama ne kadar başarılı olsa da, çalıştığınız bir oyuncuyu başka bir projede kullanmayı pek tercih etmiyorsunuz, o yüzün önceki karakteri hatırlatması endişesinden dolayı...

Evet ama dikkat ettiysen Tülin'in küçük bir rolü var bu filmde. Süt'te de olacak küçük bir rolü... Saadet'in de yeni filmde küçük bir rolü olacak. Üçleme içinde küçük giriş çıkışlar olacak, Nejat da var...

Ufuk Bayraktar ile biraz kaçındığınız şeye yakalanmışsınız sanki, çünkü Ufuk'un karakteri biraz Kader'in Bekir'inin hatırlatıyor ister istemez...

Bu olabilir. Ufuk'un belli bir fiziksel duruşu var, ondan da kaynaklanıyor olabilir. Bu konuda çok dikkatli olmaya çalıştığım, ben de bunu çok düşündüm. Ama olabilir tabii...

Yusuf üçlemesi geçmişe doğru ilerliyor ve bu filmde izleyip anlamlandıramadığımız birçok şey, ilk filmi izlediğimizde çok daha anlamlı gelecek belki de. Anne ve oğul arasında bir travma var ve nedenini, nasılını hiç bilmiyoruz. Üçleme bittiğinde parçalar tamamlanmış olacak. Bu üçlemenin geriye doğru işlemesinin nedenlerinden biri mi?

Temel nedenlerden biri değil. Bir kere zamansal anlamda bütün hikayeler günümüzde geçecek. Dönem filmi olmayacak filmler. Bu filmdeki anneyle, diğer filmdeki anneler aynı mı o da belli değil. Anne/baba-oğul ilişkilerindeki bir takım durumlar, meseleler var üçlemede. Ben bunu üçlemenin görünen yüzeyi olarak düşünüyorum. Arka planda ise metafizik alana vurgu var. Bu üçleme de aslında bu görünmeyenin, seyirciyi çerçevenin dışına yöneltmenin isteği ile yapıldı.

Süt ve Bal'ı izledikten sonra Yumurta'yı başka bir gözle izleyeceğiz artık. Bu biraz Masumiyet-Kader ilişkisi gibi galiba...

Bu benim sakındığım bir şey değil, bilakis istediğim bir şey. Filmin geçmişe yolculuğu, karanlığa ve hayatın özüne doğru bir yolculuk aslında. Altı yaşında bir çocuğun dünyasına varacağız son filmde ve küçük bir çocuğun dünyayla ilişkisine bakacağız. Çocuk dünyasındaki küçük detayların, durumların insanın karakterine nasıl yerleştiğini de görmüş olacağız aslında.

Meleğin Düşüşü İstanbul'da geçiyordu ve film şehrin değil de başkarakterinin ritmine uyuyordu daha çok. Yumurta'nın ritmi ve ağır temposu ise karakterinden değil de coğrafyadan besleniyor gibi görünüyor. Filmlerinizin, hikayelerinizin ritmini, temposunu neye göre belirliyorsunuz?

Galiba karakterlere göre. Karakterlerin ruh halleri bu ritim duygusunu oluşturuyor. Bir de tabii zamanı nasıl kullandığınız önemli. Ben mesela gerekli olmadıkça planları kesmeyi tercih etmiyorum. Zaman duygusunu seyirciye hissettirecek kadar uzun planları tercih ediyorum. Çünkü zaman duygusunun giderek elimizden kaçtığını, elimizden alındığını düşünüyorum. Zamanın hissettirilmesini çok önemsiyorum. Hayatın temel meseleleriyle, zamanla, ölümle ilişkimizin giderek kesildiğini, bizim ölümsüzler gibi yaşamaya başladığımızı düşünüyorum. Gerçek temel maddelerin, zamanın, ölümün, şiddetin en çıplak haliyle verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanatın bu alanlarda at koşturması gerekiyor bence. Buradaki zamansallığı aslında bu tür kaygılar da belirliyor. Çünkü kesmediğimiz sürece gerçeklik duygusu artıyor. Çünkü biz zamanı keserek biçerek yaşamıyoruz. Bu akışa engel olmamak gerek. Bu karakterin ritmiyle ve filmin ruhuyla da alakalı bir şey tabii...

Filmlerinizde baskın biçimde görülen bir durum var, karakterleriniz gitmek, geride bırakmak ve kalmak arasında duruyor genelde. Yumurta'da Yusuf yıllar önce evini bırakıp İstanbul'a gitmiş, Ayla üniversiteyi kazanıp gitmek istiyor. Meleğin Düşüşü'nde Tülin Özen için evden gitmek, kurtulmak için çabalıyor... Herkes Kendi Evinde zaten tümüyle bu mesele üzerine kurulu bir filmdi. Bu durumu leitmotif olarak mı değerlendirmek lazım sizin sinemanızda?

Bunu çok planlayarak yaptığımı söyleyemem. Ama belli ki bir merkez var, ev, toprak, kökler... Bu merkez durumla ilişkiliyiz aslında. Farklı şekilde ele alıyormuşum duygusuna kapılıyorum aslında. Çok üzerine düşünüp karar vererek oluşturduğum bir şey değil. Ev kavramı kendiliğinden sızıyor.

Bu anlamda Yumurta otobiyografik bir hikaye izlenimi de veriyor aslında...

Yok, hiç değil. Yani İzmir'den, annemden uzaktayım ama hiç otobiyografik bir durumu yok hikayenin. Mutlaka bazı şeyler girmiştir tabii, ister istemez. Gaston Bachelard adlı bir Fransız filozof var diyor ki, insan aslında hep doğduğu evi arar ve doğduğu evin düzenini hep kendi evlerinde de tekrarlar. Çünkü çocukluğun geçtiği ev hep bir tür yol göstericidir aslında. Belki de böyle bir şey var, bilemiyorum ama ister istemez filmlerin içinde böyle bir durum var.

Oyunculara ne kadar özgürlük sağlıyorsunuz? Anlattıklarınızdan şu anlaşılıyor aslında, oyuncular belli bir özgürlüğe sahipler ama bunun farkında değiller. Siz oyuncularınıza bir alan veriyorsunuz ama bunu onlara hissettirmiyorsunuz sanki...

Kimisi bu alanı fark ediyor, kimi de fark etmiyor. Her şey kendi akışında gittiği sürece aslında doğaçlama benim istediğim bir şey. Ama her şey kendi sınırları içinde olmalı, bu sınırlar içinde gerçeklik duygusunu artıracak şeyleri yakalamaya çalışıyorum. Bir yandan özgürler, onlara bıraktığım alanda dilediklerini yapıyorlar, diğer yanda derinleşmekte, içe doğru yol almakta sonsuz özgürler.

Yumurta festival yolculuğuna Cannes Film Festivali'nde başladı, çeşitli festivallerde dolaşıyor hala. Cannes sonrası çıkan bazı yabancı eleştirilerde Türk sinemasının son dönem işlerine bir isim koyma çabası görülüyor. Bir eleştirmen Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ve sizin filmlerinize atıf yaparak "Türk dinginliği" terimini kullanmış. Geçtiğimiz yıllarda yönetmenlerin bireysel çabalarından müteşekkil gibi görünen bu sinema yatağını buldu mu artık acaba?

Dışarıdan yapılan gözlemler daha önemli benim için. Dışarıda sinema yazarları ile konuştuğumda anlıyorum ki, Türk sinemasındaki bu çıkışa bir isim koyma çabası içindeler. Hatta şunu söyleyeyim, Berlin'de bir eleştirmen yeni kuşak Alman sineması ile bizim yeni kuşak sinemamızı filmler bazında değerlendirerek paralellikler kurdu ve Nürnberg'de bu konuyla ilgili bir panel hazırladı. Ortak yaklaşımlara dikkat çekildi orada, işte oyuncu yönetimi, minimalizm, çerçeveleme, ritim duygusu vs... Ben bu konuda çok bir şey diyemem tabii ama Türk sinemasında böyle bir durum olduğu da kesin.

Bu durum Türk sineması ile ilgili bir beklenti de yaratıyor. Böyle bir beklenti oluşması kısıtlayıcı da aynı zamanda değil mi?

Umarım bir beklenti içine girmezler, çünkü çeşitliliği azaltır böyle bir durum. Ben kendi adıma daha da kişiselleşen, daha da soyutlaşan bir sinema yapmak istiyorum. Bizim sinemamızın soyuta ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Resimsel anlamda soyuttan bahsediyorum burada. Çünkü çok uzun bir sinema geleneğinde işaret edilenle görülen hep aynı şey. Her şey dillendiriliyor. Ben bizim yapmaya çalıştığımız şeyin o sinemaya bir tepki olarak doğduğunu düşünüyorum.

Avrupalı eleştirmenler çok farkında değil tabii ama sizin tercih ettiğiniz sinemanın köklerini Yılmaz Güney'de, Lütfi Akad'da ya da Metin Erksan'da bulmak mümkün aslında...

Yılmaz Güney mesela bu anlamda büyük bir kaynak. Umut mesela benim için çok önemli bir film. Metin Erksan'la ilgili herkes Sevmek Zamanı'ndan bahseder ama o bana pek hitap eden bir film değil, ben Kuyu'yu daha çok beğenirim. Akad'ın bütün filmleri çok önemli. Soyutlamanın başladığı yerdir bizim sinemamızda. Akad'da kamera kımıldamaz mesela, her şey sözle dile getirilmez.

Yumurta'yla Yusuf üçlemesi başlamış oldu, Süt ve Bal ile de tamamlanmış olacak. Bir üçlemeye başlamak, üstelik bunun üç filmden oluşacağını önceden açıklamak bağlayıcı bir şey değil mi? Hikayeye, karaktere ilginizi kaybetmekten korkmadınız mı?

Hayır aksine kendimi hikayeye daha da bağlı hissedip disiplin altına almış oldum. Bir de şöyle bir şey var, bu işin finansal yönü de var. Üç film işi daha da karmaşık hale getiriyor. Üç filme birden kimse para yatırmayı düşünmüyor, bu işler birer film üzerinden ilerliyor. Geri dönüşü de çok uzun sürede olur para yatıran biri için. Üstelik tek filme bile para bulmakta zorlanıyoruz hali hazırda. Böyle bir üçleme projesine girmek benim için kendimi bağlayarak daha fazla çaba harcamamın bir yöntemi oldu. Ama şu da oldu, Yumurta, Süt'e referans teşkil etti ve o projeye ilgi gösterdi insanlar. Alman ve Fransız ortaklarımız var, küçük ortaklar gerçi ama yine de önemli. World Cinema Foundation'ın katkısı var. Cannes Atelier'de bazı görüşmeler oldu. Benim planladığımdan daha büyük bir katkı oldu aslında. Bilmiyorum, Süt'ten sonra da böyle olacak mı? Onu baharda çekmek istiyorum. 2008'in baharı olmayacaktır, çünkü Süt'ün post prodüksiyonu devam ediyor olacak o dönemde. Bal'ı 2009 baharında çekeceğiz herhalde. Yumurta Fransa'da Ocak'ta gösterime giriyor, eğer iyi bir etki yaratırsa Bal için faydası olabilir. Bu arada Meleğin Düşüşü'nün ABD'de DVD'si yayınlandı. Onun bir takım getirileri olacağını tahmin ediyorum. Bir Türk filminin ABD'de DVD'sinin çıkması çok önemli bir şey, benim hayal bile edemeyeceğim bir şeydi hatta ama adamlar yaptılar. Araya başka bir şey almadan bu üçlemeyi tamamlayıp çıkmak istiyorum işin içinden...

Bizde filmi yap, sonra birkaç yıl borçlarını öde, sonra yeniden para aramaya başla gibi bir kısır döngü var ve bu üretkenliği de düşürüyor aslında. Siz bu üçleme projesi ile bunu biraz kırmış da oldunuz...

Kesinlikle. Nuri Bilge'yle, Zeki'yle hep bunu konuşuyoruz. Bir film yapıyoruz, üç sene dört sene sonra ancak bir film daha yapabiliyoruz. Keşke mümkün olsa da her yıl film yapabilsek. Ama pratikte bir sürü sorun var. Ama şimdi filmler birbirine katkı sağlamaya başladı artık. Umarım bu kısır döngüye girmeden gidecek bundan sonra. Bu üçlemeden sonrası için kafamda bir sürü yeni proje var çünkü. Türklerin Ruhu diye bir proje var. Bir oranda yazılmış halde. Günümüzde Türklerin yaşadığı paranoyalara ve korkulara dair. Bu üçlemeyi bitirir bitirmez onu yapmak istiyorum... Böyle planlı ilerlemek zorundayız artık, kimse bize gelip al bu parayı film yap demeyeceği için böyle çalışmak elzem bence. Çok film yapılıyor. Fransızlar, Almanlar, Amerikalılar... Öyle bir yoğunluk var ki. Türkiye'ye sıranın gelmesi, Türkiye'ye yatırım yapılması çok çok zor. Mesela Jim Jarmush'la Cannes'da karşılaştık, bir yemek verilmişti, davet edildik, gittik. Jarmush para bulamadığı için film çekemediğini söylüyor. Ve bahsettiği para da Amerikan sinema ölçeğinde çok komik bir para. Bunu sağlamak için bile zorlanıyormuş. Hatta, "Siz çok şanslısınız burada devlet size destek oluyor daha ne istiyorsunuz" dedi Jarmush. Türkiye'deki Kültür Bakanlığı fonu da çok önemli mesela. O fon olmasa bizim film yapabilmemiz çok zorlaşır gerçekten. Gerçi bu sistem yapımcılık yükünü de sırtımıza yüklüyor ama bunun avantajları da var. Parayı doğru yerlere kullanabiliyoruz, yıldız oyuncuya para vermektense daha uzun çekim yapabiliyoruz…

Bütçeyi kısmanın bir yolu da dijital kamera ile çalışmak ama siz Yumurta'yı 35 mm. çektiniz. Dijital teknoloji henüz sizi tatmin edemiyor mu?

Ben sürekli bütçe yapıyorum ve dijital kamera ile bizim kullandığımız teknolojinin çok bir farkı yok finansal açıdan. Ancak küçük kameralar kullanırsanız kara geçebiliyorsunuz ama ondan görsel anlamda alınan sonuç da tatmin edici değil. Üstelik dijital teknolojiler henüz tam oturmadığından handikapları da fazla. Kimyasal teknolojiler şu an bana iyi geliyor ve dijitali hiç bilmiyorum ben üstelik. Ama Cannes'da bazı filmleri dijital projeksiyonla gösterdiler, film teknolojisinden çok daha ileride, o kesin...

Son olarak şundan bahsedelim. Bir söyleşinizde asıl değişimin taşrada yaşandığından, yüzümüzü biraz taşraya çevirmemiz, oradaki insanları da dikkate almamız gerektiğinden bahsetmişsiniz. Yumurta'da bu taşralı olma haline ve oradaki yaşama, dertlere dair küçük detaylar yakalamak mümkün. Süt ve Bal'da bu meselenin üzerine gidecek misiniz?

Süt'te bu daha da belirginleşecek. Peynir yapan, süt satan bir aile ile ilgili o hikaye ve bu aile sanayileşme ve standardizasyon ile mesleklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bir yandan fabrikaların gelişi, santrallerin kurulması ile yaşananlar... Tarımla uğraşan insanların işlerini bırakıp fabrikaların açıldığı bölgelere göç etmesi gibi bir takım durumlar, çok fazla öne çıkmadan filmin içinde olacak. Bu benim gözlemlediğim bir şey. Bir yandan iklim değişiklikleri var, inanılmaz bir kuraklık var. Mesela geçen yıl gidip gördüğümüz bir göl şu an yok, tamamen çekilmiş durumda. Bu dehşet bir şey, yalnızca bir senede oluyor hem de. Bunlara ucundan kıyısından dokunmak önemli bence...

Copyright Kaplan Film Production © 2009